Yirmi yılı aşkın süredir avukatlık yapınca, hayatının büyük bir bölümünü adliyelerde hak ve adalet peşinde koşmakla geçiriyor insan. Hukuk bilginizi bir savunma sanatı gibi kullanıp, hukukun bir şeyleri değiştirme gücüne inanıyorsanız, adaletin peşinde koşarken nefesiniz kesilmiyor. Yaptığınız iş, hakkı savunmak için giydiğiniz cübbe yıllar geçtikçe size daha çok keyif veriyor ve yakışıyor. Aslında savunma ve savunuculuk dediğimiz şey, hukuk bilgisinin çok daha ötesinde ve sadece adliyelerde icra edilen bir iş değil. Bu hayatta bir sürü şeyi savunuyoruz, söz söylüyoruz, eylemde bulunuyoruz, değişmeye ve değiştirmeye çalışıyoruz. Adeta görünmez bir cübbe ile geziyoruz hepimiz.
Savunuculuğun sivil toplum alanındaki kullanımına baktığımızda, bir politika alanında değişim sağlamak için düzenli yapılan çalışmaların tamamı olarak tanımlandığını görürüz. Bir süreç işidir savunuculuk ve bu yönüyle örneğin tek seferlik yürütülen bir kampanyadan farklıdır. Bir kampanyanın başı ve sonu varken, savunuculuk döngüseldir, bağlantılı ve birbirini etkileyen çalışmalardan oluşur. Çağ ve teknoloji değiştikçe, savunma araçları da değişir.
Hak temelli savunuculuk dediğimizde ise haklarımızı bilmeyi, bu hakları güçlendirmeyi, hakların korunması için devlete yükümlülüklerini hatırlatmayı, kapasite geliştirmeyi anlarız. Haklarımıza sahip çıkarız ve saygı duyulmasını bekleriz. Etkili bir savunuculuk için bilginin uzmanlığa dönüşmesi, güvenilir olmak ve de savunulan değeri sahiplenmek gerekir. Peki, doğayı savunabilmek için bizim sahiplenmemiz gereken değer acaba ne olmalıdır?
Genel olarak hukukun ve özelde insan haklarının gelişimine baktığımızda bu hakların tarihsel bir süreç içinde gelişip değiştiğini görürüz. Doğru kalabalık içindeyken güçlü ve haklı olduğumuz bir düzenden, birey olarak haklarımızın tanındığı ve korunduğu bir sisteme geçiş elbette hiç kolay olmadı. Yaşam hakkı, mülkiyet hakkı gibi haklar öncelikle gelişip tanınırken, çevre hakkı gibi bir hakkın tanınması ve uluslararası alanda kabul görmesi çok daha uzun zaman aldı. Üçüncü kuşak haklar içerisinde tanımladığımız çevre hakkı, ilk olarak 1970lerden sonra uluslararası belge ve sözleşmelere konu olmaya başladı. İnsanı merkezine aldı ve insanın sağlıklı bir çevrede yaşamasını güvence altına alan bir hak olarak gelişim gösterdi.
İnsan merkezli gelişen bu antroposantrik yaklaşım, çevre anlayışının odağına insanı koyar ve hem hakkı, hem de zararı insan merkezli olarak tanımlar. Ekosantrik yani doğa merkezli olan hak yaklaşımında ise esas olan doğadır. Doğa tıpkı bir insan gibi hak süjesidir ve korunmaya esas olan, yani savunurken sahiplenmemiz gereken esas değerdir.
Doğaya hükmettiğimize dair yanılgımız sanayi devrimiyle şekillendi, doğanın bir kaynak olarak kabulü ve hoyratça kullanılmasıyla perçinlendi ve nihayetinde karşımıza çıkan şey insan eliyle yaratılmış bir iklim krizi oldu. Bu iklim krizinin çözümü için öncelikle sorumluluğumuzu kabul etmemiz sonra da doğayı bir kaynak olarak değil, yaşatılması gereken bir değer olarak görmemiz gerekiyor. Spinoza’nın dediği gibi “İnsan doğanın sadece bir parçası değil, herhangi ve küçük bir parçasıdır”. Salt bu gerçeğin kabulü bile, doğayla uyumlu bir yaşam ve doğa merkezli bir savunuculuk üzerine düşünmemizi gerekli kılıyor.
Düşüncemizin dile gelişine aracı olan kelimelerin kökeni üzerine düşünmek, aslında ne demek istediğimize dair çok fazla ipucu verir bize. Bu yazıya konu “savunma” kelimesi, Türkçede iki anlamda kullanıyor. Saldırıya karşı koyma ve haklı göstermek için yazıp çizme. İz sürmeye devam edelim. Savunma kelimesinin Latincesi defensionis, defensio. İngilizcede defend, defense olarak kullanılıyor. Futboldaki defans, defetmek, müdafaa, hatta avukat yerine de kullandığımız müdafi kelimeleri hep aynı kökten geçmiş bizim dilimize.
Yine avukatlıkla ve savunuculukla eşanlamlı bir kullanımı var savunmanın İngilizcede, advocate. Bu kelimenin kökenine baktığımızda ise Latince advocare kelimesini görüyoruz. Çağırma, hatta mahkemeye tanık olarak çağrılma gibi kullanımları var. Latince vocare ve bugün bizim kullandığımız vokal de aynı kökten. Yani bir şeyi savunurken, o şeye söz oluyorsunuz aslında, o şeyi dile getiriyor ve görünür kılıyorsunuz.
Kelimeler, Latince, felsefe ve hukuk arasında gidip gelirken “Sokrates’in Savunması”ndan bahsetmezsek olmaz. Sizce Latince hangi kelime Soktares’i ölüme mahkum eden yargılamada yaptığı savunmaya layık görülmüştür, ne dersiniz? Sokrates kendisine yönelen saldırılara cevap vermiştir, “defensio”dur diyorsanız yanıldınız. Platon tarafından yazılan Soktares’in Savunması Latincede “Apologia Sokratis” olarak kullanılıyor. Şaşırtıcı değil mi? Karşımıza savunmada söz söyleme anlamına gelen bir kelime daha çıktı böylece: “apologos”. İngilizcede apology olarak kullanılan kelimenin kökeni aslında bir çeşit savunma yapmakmış meğer. Bu kullanım 16. yüzyılla birlikte Tanrı karşısında söz söylemek anlamında kullanılmaya başlanmış ve özür, pişmanlık anlamlarını da içermiş. Bunu duyunca, Tanrı karşısında kendi haklılığını başka türlü nasıl savunabilir ki diye düşünüyor insan. Kelimenin geçirdiği değişime hayret ediyor.
Doğa hakkı ve derin ekoloji üzerine çalışırken adeta bir liman işlevi gören Spinoza’nın “Deus sive Natura” yani “Tanrı veya Doğa” deyişini hatırlayalım. Doğayı savunuyorsak, doğayı bir değer olarak kabul ediyorsak, doğayı savunma dediğimiz şey hem saldırıya karşı koyuş, hem onu dile getirip söyleyiş, hem de kocaman ve içten bir özür barındırmalı içinde. Yani biraz defensio, biraz advocare, biraz da apologos… Doğanın sesi, sözü, koruyucusu olmaya, doğanın hakkını teslim etmeye ve bunu yaparken de biraz af dilemeye ne dersiniz?
Dünyahali https://apos.to/s/60e3ea79898ee70007ec4ccc