Birisi bana televizyon karşısında Çav Bella söylenirken gözlerimin dolacağını söylese kesinlikle inanmazdım. Neden derseniz, Çav Bella’yı sol yumruk havada, kalbim heyecandan gümbür gümbür atarak söylediğim gençlik günlerim epeyce geride kaldı benim. Hatta sonrasında, alkol almış bünyeleri bu şarkı eşliğinde türkü barlarda sol yumruk havada ya da zafer işareti yaparken gördükçe, hayatımın geri kalanı, Çav Bella’dan da “gelip geçenlerin diyeceği merhaba”lardan da mümkünse uzak olsun istedim. Kaldı ki, benim Ankara’da bir konserdeyken sol yumruğumu havaya kaldırmaya dair karar verme sürecim o kadar uzun sürmüştü ki, evliliğe evet demek için bile bu kadar düşündüğümü sanmıyorum. Sol yumruğumu havaya kaldırmayla, bir yemin ettim ki dönemem sürecine girdiğine inanan bendeniz için, türkü barlarda kalkıp kalkıp inen yumrukları görmek hüzünlü oldu tabii. Neyse, aradan geçen yıllar sonra, çekirdek çitlerken izlediğim bir dizide, Bella Ciao söylenirken dolan gözlerime sebep olan “La Casa de Papel”den bahsedeceğim sizlere bugün. Diziyi izlemediyseniz mutlaka izleyin derim.
Dizi, İspanya’da merkez bankasının soyulması hikayesini anlatıyor ama bir soygun hikayesinden öte, insanların ve insanların içine düştükleri zor anlarda, insana dair olup biten her şeyin hikayesi. Dizinin kurgusunu kapitalizm ve düzen eleştirisi olarak yorumlayanlar var ve haksız da sayılmazlar. Ancak diziyi izlerken benim en çok dikkatimi çeken, kadın kahramanların gerçek kahramanlığı oldu. Toplumsal cinsiyet rolleri açısından ve kadın bakışıyla bir film ya da program izlediğinizde, kadınların var oluşunun çoğu zaman bir erkeğin kahramanlığındaki yan rollere hizmet ettiğini fark edersiniz. Kadının gücüne hayran kalıp, salondan çıktığımız filmlere bu nedenle ender rastlarız.
La Casa de Papel, bu açıdan çok farklı. Tokyo, çok güçlü bir karakter. Herkese ve her şeye kafa tutuyor; erkekler dururken elinde silahla hep bir adım öne atılıyor. Cinselliğini, aşkını kafasına estiği gibi yaşıyor. Kimseye eyvallahı yok ve bence bu yüzden hepimizi ekran karşısında rahatsız eden bir tarafı var. Bir türlü tam sevemiyorsunuz Tokyo’yu. Kendini korumaya o kadar odaklı ki mantıktan çok tutkuyla karar veriyor. Bu da onu, hem kendisi hem de çevresi için çok tehlikeli yapıyor.
Tokyo’da kendimden çok fazla izler bulmama rağmen, dizide benim kahraman kadınım Nairobi oldu. Kadınlığına, kadınlığını yaşayız biçimine hayran oldum. “Ataerkillik bitti, şimdi kadın egemenliği zamanı” demesiyle televizyon karşısından zevkten adeta dört köşe oldum. Karar ve inisiyatif alabilen bir kadındı, sevgisi sahiciydi, eğlenceliydi, hayat doluydu ve çok güzeldi bence.
Müfettiş Raquel, her kadının ev içinde erkek şiddetinin mağduru olabileceğine, bunu kendinde saklayabileceğine dair çok önemli bir örnekti aslında. Silahını suçlulara doğrultup, dize getiren bir kadının, evde şiddet uygulayan bir kocası vardı ve bu şiddete epey bir müddet susmuştu. Büyükelçinin ezik ve kendine şımarık kalmış kızı Alison Parker’ın içindeki kadını ve gücü keşfetmesine tanıklık ettik Nairobi sayesinde. Monica’yı izlerden, kendisi olsun istedim çok, tek başına bıraksınlar onu istedim, kararlarını hep erkekler şekillendiriyor diye üzüldüm. Sonra, aşkın insanı ne kadar savunmasız bıraktığı geldi aklıma, Monica için gönlümü ferah tuttum. Yaşlanınca Alzheimer olursam, Raquel’in annesi gibi tutunacağım bu hayata dedim. Aklımızın bize oyun oynadığı anlarda, bir başına var olma çabasına hayran kaldım.
Adriana’ya üzüldüm ama kararını şekillendiren anksiyetesini ve korkusunu çok içten anladım. Dur yapma, buna mecbur değilsin demek istedim. Ama tecavüz kendi isteği ve kararıydı noktasına elbette hiç gelmedim bazı izleyiciler gibi. Durumun, ortamın, gücün ve Berlin’in mağduruydu diye düşündüm. Çünkü biz kadınların ve aslında tüm insanların benzer durumlarla baş etme gücü, yöntemi farklı olur. Kimisi korkusundan gidip para basmaya devam eder, kimi tecavüzü görünce sessiz kalır, kimi de sürüye dahil olmak istemez, panik olur ve doğru ya da yanlış, kendi kurtuluş planının peşine düşer.
Dizideki erkek karakterler de çok ilginç ve başarılı kurgulanmıştı bence. Arturo var mesela, ne yapsa bir türlü sevemiyorsunuz. Üzerine bomba bağlanıyor, üzülemiyorsunuz. O da fazlasıyla kendini korumaya odaklı Tokyo gibi aslında, ama tutkusu ve sevgisi olmayınca, ortaya sadece bencil ve dengesiz biri çıkıyor. Dizi boyunca istedim ki Arturo gibi erkekler hayatıma hiç girmesin. Alison’un fotoğrafını çeken yakışıklı genç tacizciyi aranızda seven var mıdır bilmiyorum. Gençliğimde lisede falan öyle yakışıklılarla aram hiç iyi olmadı benim, sağolsunlar onlar da hep benden uzak oldular. Egosu yakışıklılıkla şişmiş ve bir kadını etkilemek için çabasız kalabileceğini küçük yaşta öğrenmiş böyle erkeklerin, bir kadını ömür boyu mutlu edemeyeceklerine inandım.
Rio gibi acemi, sürekli hata yapan ama tüm bunları kötülük yapmak ya da incitmek için yapmayan erkekleri ise hoş karşıladım ama elbette uzun süre de katlanamadım. Denver gibi naiflikler hayatımızda hep olsun ve belki de Moskov gibi bir yürek bizi hesapsızca sevsin ve korusun istedim. Berlin ise sanırım ilk gençliğimde hayran olabileceğim bir karakterdi benim. Yıllar içinde yetişkin bir kadına doğru evrilirken, empati yoksunu güçlü bir erkeğin ne kadar tehlikeli olabileceğini fark ettim ve bazen gizli, bazen açıktan tüm Berlin’lere düşman oldum. Birini öldürmesi kadar, ölüme gitmesindeki soğukkanlılık, kahramanlık ve destansı tavır, benim hayatımda değil de, sadece filmlerde olsun istedim. Bir kadını mutlu etmek için çabalamamaktan daha tehlikeli bir şey varsa, o da bir kadını neyin mutlu edeceğine bir erkeğin karar vermesidir ve hatta o erkeğin buna muktedir olmasıdır. Adriana için mutluluğu, sevgiyi, cinselliği ve hayatı kurgulayan Berlin, işte bu yüzden tehlikelidir.
Profesör, Sergio ve de Salva’yı sevdim mi derseniz, herkes gibi ben de kocaman “Evet” derim. Mükemmel bir erkek kurgusu yapıldığı için, herkese bu hayatta bir profesör lazım diyerek bu konuyu hızlı geçeceğim lakin Helsinki ve Oslo’ya değinmeden duramayacağım. Toplumdaki tipik eşcinsel algısını yıkan Helsinki’nin, ekran karşısında bir sürü homofobik insanı etkilemesini ve dizide Oslo ile sevgililik değil de, bir kardeşlik ilişkisi üzerinden kurgu yapılmasını ve bizim gözümüzde bunun mümkün kılınmasını çok takdir ettim.
Diziyi bitirince, benzer bir şey Türkiye’de çekilse ne olurdu diye düşünmekten kendimi alamadım. Geçen hafta gazetelerde “Avlu” diye cezaevinde geçen bir dizi için, henüz yayınlanmadan Adalet Bakanlığını’nın RTÜK’e başvurduğu ve tedbir alınmasını istediği haberi vardı. Cezaevinin işkenceci bir kurum ve personelin kötü gösterilmesinden duyulan endişeler resmi yazıyla dile getirilmiş, sonrasında yapımcı şirket bakanlığı ikna etmiş ve dizi yayına başlanmış. Şimdi böyle bir dizinin, cezaevi gerçeğini bize anlatmasını beklemek ne kadar gerçekçi ise, bu Diriliş ruhu döneminde birilerinin çıkıp TC Merkez Bankası soygununu dizi yapmasını düşünmek o kadar gerçekçi olur sanıyorum.
Neyse, diyelim ki birileri yaptı; senaryoda, karakterlerde falan da işleri çok zor. Türk Profesör’ün tamam para basacağız da, şimdi mesela 1 milyon TL bastık, ertesi hafta değeri düşecek gibi hesaplarla kafayı yiyeceğini düşünüyorum. Kahramanmaraş, İskenderun gibi isimlerde olacak karakterlerden, Berlin gibi bir narsist yarattıklarında, bunlar bize neler yaparlar diye ödüm kopuyor. Bir de kapitalizm eleştirisi yaparken, biz kadınlardan nasıl kahramanlar yaratacaklarını gerçekten merak ediyorum. “Yün örecek elleri” her gün ekmek derdinde olan fabrika kızı bir yanımızda, “at bizim, avrat bizim, silah bizim, namus belasına döktüğümüz kan bizim”ler diğer yanımızda duruyor bizim. Yeniden kurulacak bir ülkeyi devrimciler aşkla örerken, bize “eylem güzeli” olmanın nasip olduğu bu coğrafyada, televizyon karşısında hayran kalacağımız yerli ve milli kahramanız Giresun’un, Nairobi’ye benzerliği sadece ve sadece muhteşem karakterli burnu olabilir diye düşünüyorum.
Diziyi izlemediyseniz ve yazıyı buna rağmen okuduysanız, sizi gerçekten tebrik ediyorum. İzleyenlere de, ne yapalım herkesin kahramanı kendine diyorum. Dizi bitti sonuçta, ardından söylenebilecek tek şey var: Bella Ciao… Hoşça kal Güzelim Hoşça kal…